Merhaba!
Bugün yine bir kitap incelemesi ile karşınızdayım. Önceki incelemelerden biraz farklı olarak bu kitap üretkenlik, verimlilik, başarı vb. konuları ile alakalı değil. Bu sefer çok severek ve merak ederek aldığım bir tarih kitabı ile karşınızdayım. Kitabın adı Ortaçağ İnsanları. Genelde tarih denilince aklımıza hep önemli olaylar, savaşlar, krallar, padişahlar, keşifler, icatlar vb. gibi tarih sahnesinde önemli yere sahip olaylar gelir ve genelde bu olaylar incelenir. Peki tarih sadece bu olaylardan mi ibaret? Tabii ki değil. Roma İmparatorluğu en kudretli zamanlarını veya çöküş yıllarını yaşarken sıradan bir insan nasıl yaşıyordu ya da kendi tarihimizden örnek vermek gerekirse İstanbul fethedildiğinde sıradan bir hayata sahip Türk neler yapıyordu? Herkes kendi tarihinden bahsederken hep en önemli kişileri baz alarak "atalarımız, dedelerimiz" gibi ifadelerle anar. Aslında bizim atamız Avrupa'da yaşıyor olsaydık Çiftçi Bodo ya da Osmanlı zamanında sabahtan akşama kadar köyünde çalışmak zorunda olan işçi sınıfındaki insanlardır ve biz bu insanlar hakkında çok az şey biliyoruz.
Eileen Power ise alışılagelmişin dışındakini yaparak kimsenin hatırlamadığı, mezarının yerinin bilinmediği bu insanların hikayesini anlatıyor(Marco Polo hariç). Kitap Roma İmparatorluğunun çöküş döneminde yaşayan elit insanları anlattığı kısım ile başlıyor daha sonra ise "sıradan" hayatlar yaşayan insanların kısımları ile devam ediyor. 2. kısımda Marco Polo anlatılıyor. Bu kitap için Marco Polo istisna diyebiliriz çünkü tanımasanız bile Marco Polo'yu en az bir kere duymuş, kim olduğu hakkında az çok bir şeyler biliyorsunuzdur.
Bu kitapta beni en çok heyecanlandıran şey ise hemen hemen bütün gününü çalışarak, üst kademedeki insanlara ağır vergiler ödeyerek yaşayan insanlar hakkında daha önce hiç duymadığımız şeyler öğrenebilme ihtimali oluşudur. Eğer bu tarz bilgiler öğrenmeyecek bile olsam bu insanların "sıkıcı" hayatlarını okumaktan da zevk alacağımdan eminim ve ilk kısımda aynen bu şekilde oldu.
Sevgili dostlar, olur da kıyamet kopmaz, kendi kendimize insanlığın sonunu getirmezsek 2400-2500'li yıllarda, insanlığın %80-90'ınını oluşturan, haftanın 5-6 günü çalışan insanlar hakkında Eileen Power gibi bir tarihçi çıkmadığı sürece kimse bir şey yazmayacak. Jeff Bezos gibi uzaya ilk gezmeye giden insanları biliyor olurlar herhalde o yıllarda. Bizler de Çiftçi Bodo veya diğer kişiler gibi büyük resimde çok ufak noktalar olduğumuz için muhtemelen kaybolup gideceğiz. Bu kısımda eğer 1500 yıl önce yaşıyor olsaydım "acaba ne yapıyordum?" sorusunun cevabını bulacaksınız. Bir nevi geçmişteki yansımanızı okuyacaksınız. Neyse giriş kısmını çok uzattım. Bakalım kimmiş bu Çiftçi Bodo?
Ermentrude adında bir karısı, Wido, Gerbert ve Hildegard adlarında 3 çocuğu olan, Frank topraklarında yaşayan bir insan. Bodo gibi insanlar işlerini halledebilmek için çok uzun saatler çalışmak zorundalar. 5.-6. yüzyıllarda bir çok vergi ödemenize rağmen aynı zamanda keşişlerin, kahyaların çiftlikleri için de çalışmaları gerekiyor. Kalan vakitlerinde ancak kendi ufak toprakları, işleri ile ilgilenebiliyorlardı. Şimdi Bodo'nun klasik bir gününe bakalım.
Şarlman (Eski Frank Kralı ) saltanatının son günlerine doğru, bir ilkbahar sabahında Bodo erken kalktı. Çünkü keşişin çiftliğine çalışmak için gitme sırası ondaydı ve korkusundan kesinlikle geç kalma gibi bir lüksü yoktu. Bu satırlar kulağa hiçte şaşırtıcı gelmiyor değil mi ? :) Bugün toprak sürme günü olduğu için büyük öküzü ve oğlu Wido ile yola koyulmuştu. Yol boyunca onun gibi çalışmaya giden yakındaki çiftliklerden çocuklar da onlara katılıyordu. Kahyanın verdiği emirler doğrultusunda hepsi üstüne düşen işleri yapıyorlardı. Kahyalar, Şarlman adına yapılması zorunlu olan işlerin yapıldıklarından emin olmak ile mükelleftiler. Her ne kadar ağır işte çalışmasalar da onların da sorumluluğu fazlaydı. Bodo, bütün gün boyunca toprak sürüp, yemeğini diğer toprak sürenlerle birlikte bir ağacın altında yiyerek geçirecekti. Bu onun için en rutin günlerden biri.
Karısı Ermentrude ise dokuz yaşında olan Gerbet'e, bakması için bebek Hildegard'ı bırakır ve komşuları ile birlikte çalışmak için büyük eve giderler. St. Germain mülklerinde en iyi zanaatkarlar yaşamaktadır. Bunlar ayakkabıcı, marangoz, demirci, kuyumcular vb. idi. Toprak sahipleri mümkün olduğu kadar çok zanatkarı istihdam etmeye calışırlarmış. Çünkü bu emir Şarlman tarafından verilmiştir. Ermentrude ise kadınlar kısmına giderek oradaki kadınlar ile birlikte onlar için uygun görülen işleri yapıyorlardı. Bu büyük evde eğer bir Frank asili yaşasaydı karısı işleri takip ederdi. Frank asilinin yaşamadığı durumlarda ise bu görev kahyalara düşmekteydi. Kadınlar burada kumaş dokuma, elbise dikme, sabun, yağ, tas ve gerekli mamulleri yapmakla meşguldüler.
Gün sonuna doğru kendi çiftliğine dönen Ermentrude küçük üzüm bağında çalışmaya devam eder. Daha sonra çocukları ile ilgilenir, onları doyurur. Akşam ise sıcak, yün elbiseler dokumak ile uğraşır. Bu dönemde insanlar uslu çocuklar gibi akşam 7-9 saatleri arasında yataklarına giderlerdi. Hem çok yoruldukları hem de Güneş battığı için yapabilecekleri çok kısıtlıydı. Mum gibi aydınlatma araçları ise çok lükstü. Bunu anlamak için o zamanlardan günümüze gelen bu insanların inandıkları "Arz Annenin" (Frankların inandığı dindeki kutsal kişi) sözleri okuyalım;
" "Mummuş!" Kim öyle bir şey duymuş ki? Ve size karşılıksız olarak verdiğim bunca harika gün ışığını ziyan ediyorken üstelik! Siz zavallılar daha neler isteyeceksiniz kim bilir..."
Çiftçi Bodo'da tıpkı her insan gibi hayal kurardı, tabii işten vakit kaldığı zamanlarda. Bodo'ya sorsanız muhtemelen başrahibin avcısı olup ormanda avlanmak isterdi, ya da St. Germain'de manastırın kilisesinde tatlı melodiler söyleyen bir keşiş ya da balyalarca pelerin ve yeleği uzun yolları aşarak Paris'e götüren bir tacir. Belki de kısaca başka birinin toprağını sürmek zorunda olan çiftçi hariç herhangi biri olmak isterdi...
Franklar uzun yıllar boyunca Hıristiyan'dı fakat buna rağmen Bodo gibi köylüler eski batıl inanışlara sadıklardı. O dönemler Kilise akıllıca bir iş yaparak nerdeyse hiçbir şeye sahip olmayan bu insanların eski ritüellerine karışmamıştı. Kilisenin karıştığı nokta Yüce Efendi yerine "Cennetteki Baba'ya" ve Arz Anne yerine "Meryem Ana'ya" dua etmesini öğretmişti. Bazı eski ritüelleri ise Hıristiyanlığa uyarlamak mümkün değildi. Bu insanlar bazen bir cadının güçlerine sahip olduğu düşünülen bir adamı ziyaret ederlerdi, kutsal bir ağaca saygılarını sunarlardı. Kilise bu konuda katıydı fakat yine merhamet ile yaklaşmaktaydı. Kendi batıl inançlarını yaşasalar da kiliseye günah çıkartmaya gitmek durumunda da oluyorlardı ve bundan pek memnun değillerdi. Bu anlarda Rahip kilisenin katı olduğu olduğu " Bir büyücüye ve kahine bir şey danıştın mı ? Bir ağaca veya su kaynağına adak adadın mı? " gibi sorular sorardı. İtiraf ettikleri durumlarda kilise ceza konusunda merhametli olmak zorundaydı. Ceza olarak zengin bir insana verdiği kadar oruç tutma görevi vermiyordu. Çünkü kilise şunu çok iyi biliyordu ki boş bir mide ile Bodo gün boyu tarla süremezdi. Diğer yandan zengin asiller ise bir öğün yemeseler de olurdu.
Bu insanların hayatlarındaki en önemli olaylardan biri de Kral veya asillerin yaşadıkları bölgeye ziyarete gelmeleriydi. Böylece Bodo gibi insanların yıllar boyunca çocuklarına anlatacak hikayeleri oluyordu. Çünkü bir kralı görmek çok da azımsanacak bir olay değildi o dönemler.
Bu insanların hayatlarında her sene gerçekleşen bir başka etkinlik daha vardı ve bu olay Bodo ve arkadaşları tarafından dört gözle bekleniyordu. Bu olay yılda bir kez Kral'ın seyyar mahkemesi "The Missi Dominici ( Efendinin Elçisi)" yerel derebeylerin adaleti yerine getirdiklerinden emin olmak için gelirdi. Gün boyunca şikayetleri dinleyip, talepleri yerine getirip adaleti sağlamaya çalışırlardı. Bu çaresiz insanlar böyle bir günde bile eli boş gidemiyorlardı. Dertlerini anlatmak için yanlarında hediyeler de götürüp elçilere sunmaları gerekiyordu.
Bodo'nun sahip olduğu bir diğer zevk ise yılda bir Paris'in kapılarının dışında, Ekim'in dokuzunda başlayıp bir ay boyunca devam eden Büyük St.Deny's Panayırı'ydı. Bu panayırda Bodo gibi köylüler tarafından vergi olarak ödenmiş şaraplar, kadınlar tarafından dokunmuş yünler, kumaş parçaları gibi şeyler satılırdı. Ek olarak görmeye alışık olmadıkları, tacirler tarafından Doğu'dan gelen halılar, baharatlar, boyalar, kısaca akla gelecek envai çeşit şeyler satılırdı. Bodo ve ailesi en yeni elbiselerini giyerek bu panayıra 2 veya 3 kez gitmeyi vakit kaybı olarak görmezlerdi. Tek istedikleri bütün gün boyunca panayırın sokaklarında maksatsızca dolaşmak ve orada sergilenen garip ürünleri seyre dalmaktı. Doğu'dan gelen değerli ipek kumaşlar, deri yelekler gibi önemli ve değerli eşyalar genelde Frank asillerine satılmaktaydı. Bu panayırdaki tacirlerin bazıları Venedikli fakat sıklıkla Suriyeli veya hilekar Yahudiler olurmuş. Yahudi tacirler ise bu lakabı günün birinde baharatlarla dolu olan bir fareyi türünün tek örneği, daha önce hiç görülmemiş bir canlı olarak sunup, ağırlığınca gümüşe denk gelen bir fiyata sattıktan sonra edinmişler. Ek olarak bu panayırlarda hokkabazlar, cambazlar ve insanları kazıklamaya çalışan vurguncular, bir kaç kuruş bahşiş almak için tatlı sözler söyleyen ozanlar ile de doluymuş.
Bir çiftçi ve ailesinin rutin bir gününü, yıl içerisinde nadir olan ve gerçekleşmesini dört gözle bekledikleri olaylardan bahsetmeye çalıştım. Her ne kadar yüzeysel olmaması için uğraşırsam yazım uzamaya başlıyor. Bu sebeple Ortaçağ İnsanları kitabının ilk kısmını yazarın sözleri ile bitiriyorum.
"Sonuçta, Şarlman ve onun asillerini bir kenara konacak olursa, Bodo'nun hayatında biraz vakit geçirmeye değer. Tarih büyük oranda Bodo'lardan oluşur.
Yorumlar
Yorum Gönder