Merhaba!
Bu aralar vakit buldukça okuduğum kitap olan Ortaçağ İnsanları'nın ikinci kısmı ile karşınızdayım. Bundan önceki yazımda da biraz bahsetmiştim. Bu kısım Marco Polo ile ilgili. Tek kelime ile özetlemem gerekirse bence kesinlikle inanılmazdı. Özür dilerim Bodo reis.. Bu kısım çok daha iyi. Bu kısa 2. kısımda Marco Polo'nun hikayeleri, yaşadıkları beni o kadar çok içine çekti ki yer yer duygulandım ve heyecanlandım resmen. Okudukça Marco Polo hakkında daha fazla şey merak etmeye başladım. Bu 17 yıllık macerasının Rustichello da Pisa tarafından derlenen seyahatnamesi kesinlikle okunacaklar listeme girdi. Umarım bir gün seyahatnamesi alır, okurum ve detaylı yazısını da yazarım. Bu kısmı yazarken hikayelerin etkisini kaybetmemek için kendi cümlelerimden ziyade kitaptaki cümleleri kullanmaya çalıştım ve olay örgüsünün bütünlüğünü bozmadan anca bu kadar kısaltabildim. Neyse çok uzatmadan başlıyorum. İyi okumalar!
Bu bölümün başında yazar bizi hayal gücümüzle 1268 yılındaki Venedik'e götürüyor. Yazar Venedik'i şu şekilde betimliyor;
"Öyle bir şehir ki bir deniz kuşunun yuvası gibi sığ dalgalarda salınırdı. Öyle bir şehir ki gemi gibi karaya demir atmış ama denizlerdir onun evi; bütün Batı dünyasının en mağrur şehri."
Venedik tabiri caizse Avrupa'nın kalbi gibidir. Hem konumu hem de en önemli ticaret merkezi olması ile çok büyük bir öneme sahiptir. Doğu ile Batı arasında uzanan bir Akdeniz limanıdır. Doğu Akdeniz'den gelen baharat, kafur, fildişi, inciler, baharatlar ve kilimlerin hepsi Venedik'e uğrardı. Neredeyse bütün ticaret yollarının kesişme noktası olarak da adlandırabiliriz. O dönemler belki İstanbul, Venedik ile aşık atabilirdi ama Venedik o dönemler İstanbul'u da geçmişti. Doğu'nun bütün ganimetleri bir mıknatıs çekercesine Venedik'e geliyordu. Venedik, coğrafyası ile eşsiz bir şehirdir ve orada yaşayan insanlar da bu coğrafyayı çok iyi değerlendirip daha da iyi konuma getirmiştir. Venedik bir ticaret, deniz devleti idi. Doğuda İstanbul'a batıda ise Kutsal Roma İmparatorluğuna bile kafa tutmuştur. Zaman zaman politika gereği bazen birine bazen diğerine de yakınlaşsa da her zaman stratejik olarak kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir.
Haçlı Seferleri gelip çattığında ise Avrupa en iyi yaptığı şeyi yaparak bütün farklılıklarını unutup tek kutsal mekanlarını elinde tutan yerleri almak için atıldı. Tabii bu durumda Venedik de payını aldı. Venedik iyi bir ücret karşılığında kalyonları, konvoyları, destek kuvvetlerini ve askerleri sağlıyordu. Bunun karşılığında sıra ganimetleri paylaşmaya geldiğinde ise Filisten ve Suriye'nin alınan her şehrinde bir kilise, bir muhasebe şubesi ve gümrüksüz ticaret hakkı istedi. Dördüncü Haçlı Seferi'nde ise Venedik'in yaşlı ve kör doçu Enrico Dandolo, Haçlıların taşıma ücretini ödeyemedikleri bahanesi ile bütün bir Haçlı Seferi'ni Venedik'in emrine verdi. Önce başkaldırmaya cesaret eden Zara'yı aldılar; ardından da rakibi olan o zamanın adıyla Konstantinapol'ü yağmaladılar. Papa, bu olaylar sonrasında Venedik'i aforoz etmişti ama hiçbir işe yaramamıştı. Ayasofya'daki ayinı artık Venedikli bir başpapaz yönetiyordu ve Roma İmparatorluğu'nun bir yarısının ve çeyreğinin hakimi anlamına gelen "Quartae partis et dimidiae totius imperii Romaniae" unvanını almıştı. 13. yy'da Venedik atölyeleri Akdeniz kıyılarında Trablus'u, Sur'u, Selanik'i Edirne'yi ve İstanbul'u; Karadeniz'de Trabzon'u, oradan esrarengiz yolla Rusya'ya gidilen Kefe'yi süslemişti. Girit, Rodos ve Kıbrıs da Venedik'in hakimiyetindeydi. Kısaca Doğuya yapılan bütün ticaret Venedik üzerinden yapılmaktaydı. O dönemler Cenova neredeyse Venedik'e rakip oluyordu fakat 1258 ve 1284 Venedik, Ceneviz donanmasını mağlup etmişti.
Görkemli dönemlerini yaşayan Venedik'e benzer Dünya'nın diğer ucunda bir şehir daha vardı. Çoğu kimsenin bilmediği bu şehrin adı Kinsai/Hangchow. Henüz Moğollar tarafından fethedilmediği 1268 yılında Güney Çin'i yöneten Sung Hanedanı'nın başşehri burasıdır. Venedik gibi, Kinsai de sayısız kanal tarafından kesilen lagünlerin üzerine kuruludur. Yaklaşık 160 kilometrekare çapında ve nüfusun yoğun olmadığı bir bölgesi yoktu. On iki ayrı muazzam kapısı vardı ve bu kapılardan girilen her bir mahalle Venedik'ten daha büyüktü. Bu şehrin pazarlarında Doğuya has olan bütün değerli eşyalar, mücevherler, ipekler satılmaktaydı. O zamanlar adalar üzerinde bulunan bir çok köşke de sahipti. Kısaca Kinsaililer için Venedik ancak bir banliyö ve Akdeniz de ancak bir arka bahçeydi. Tabii bu iki şehir birbirinden çok uzak ve habersizdi o zamanlar. Bu iki şehir en önemli ortak noktası ana kahramanımız olan Marco Polo'ydu. O yıllarda Tatarlar doğudaki ve batıdaki güçlerinin zirvesindeydiler. Pekin'de hüküm süren Tatarlar bütün Kuzey Çin'e, Kore'ye, Moğolitan'a Mançurya'ya ve Tibet'e hükmediyorlardı ve bir çok ülkeden de haraç alıyorlardı. Marco Polo daima Tatarlar hakkında konuşur ve onları soruştururdu. Bu ilgisinin sebebi vardı. 1268 yılından sekiz yıl önce ( bazı kaynaklara göre 15 yılmış) Marco Polo'nun babası Nicolo Polo ve amcası Maffeo Tataristan'da sırra kadem basmıştı. Onlar da hemen hemen her Venedikli gibi kendi gemileri ile Konstantionopol ile ticaret yapan zengin tacirlerdi. Karadeniz üzerinden Altın Orda'ya ticari bir sefer yapmak üzere karar almışlar. Önce Kırım'a ordan da Sudak'a gitmişler. Onlar hakkında çokca haber gelmesine rağmen kendiler hiç dönmemiş. Marco Polo'nun Tatarlılar hakkında bu kadar soruşturmasının sebebi de buymuş. 1269 yılında babası ve amcası mucizevi bir şekilde yorgun ve bitkin bir şekilde en sonunda Venedik'e ulaşmışlar. Bu geçen yıllar içerisinde anlatacak bir çok hikayeleri vardı ve şu ana kadar Marco Polo'nun duyduğu bütün hikayelerden daha iyiydi! O dönem Altın Orda ve İran Hanlığı arasında çıkan bir savaştan dolayı dönüş yolları kapanmış, dönmeleri çok uzun sürmüştü.
Marco Polo'nun merakı irsıydi ve hiçbir Venedikli, ticaret için yeni fırsatları aramaktan ve yabancı toprakları keşfetmekten kendini alamazdı. Bir süre sonra Polo'lar Orta Asya ve Çağatay Hanlığı'nı tekrar ziyaret etmeye karar verdiler. Buhara'ya ulaşana kadar yalnızca çadırlarda yaşayan Tatarlıların ve onların yaşadığı ovalarda çırpınıp durdular. Üç yıl boyunca Buhara'da kaldılar. Bir gün şehre bir elçilik heyeti geldi; bütün Tatar yöneticilerinin sadakat borcu olduğu, uzak Çin'de hüküm süren Kubilay Han'a gidiyordu. Bu ekip Tatarca'da uzmanlaşan Polo'ların yeteneklerine hayran kalmışlardı. Başelçi bu kardeşleri de yanında götürmek niyetindeydi. Venedikliler bu fırsatı tepecek bir insan değillerdi. Bir yıl süren bu yolculuğun sonunda Marco'nun babası ve amcası Kubilay Han'ın huzuruna gelmişti. O anlar bu cümlelerle tasvir edilmiş;
"Yüce Han Kubilay'ın huzuruna getirilen seyyahlar onun mizacından kaynaklanan lütuf ve nezaketle karşılandılar. O ülkede bulunan ilk Latinler olduklarından kendileri için ziyafetler verildi ve başka yollarla onurlandırdılar. Onlarla cana yakın bir tavırla sohbet eden Kubilay; dünyanın batı yarım küresi, Romalıların imparatoru ve diğer Hıristiyan krallar ve prensler hakkında hevesli sorular sordu. Bilhassa onları Papa, kilisenin işleyişi dini ibadetler ve Hıristiyanların akidesi hususunda sorguladı. İhtiyatlı ve iyi eğitimli olan bu adamlar, bütün bu suallere münasip cevaplar verdiler. Tatar lisanını mükemmel kullandıkları için kendilerini her zaman doğru kelimelerle ifade ettiler. O kadar ki Yüce Han onları el üstünde tutuyor ve sık sık huzuruna davet ediyordu."
Burada geçirdikleri kısa bir zaman sonrasında Yüce Han bu iki zeki yabancıyı bir vazife ile onların topraklarına, Papa'ya yollamaya karar verdi; Tatarlara vaaz ve eğitim vermeleri için yüz eğitimli adam, Mesih'in Kudüs'teki kabrinde yanan kandilden de kutsal yağ göndermesi için Papa'dan ricacı olacaklardı. Yolculukları boyunca rahat konaklayabilmeleri için Yüce Han onlara bir tablet verdi. Bir nevi pasaport görevi gören bu tablet Yüce Han'ın hakimiyetindeki topraklarda onlara kolaylık sağlıyordu. Gelişmiş ulaşım araçlarının olmadığı o dönemlerde o kadar uzun mesafeyi hayvanlarla gitmek yıllar sürebiliyordu. Belki görevi tamamlayıp döndüklerinde Yüce Han yaşıyor bile olmayabilirdi. Sert soğuk, kar, buz ve taşan nehirler yüzünden yolculukları yaklaşık 3 sene sürmüş. 3 sene ardından Nisan 1269'da Akka'ya vardıklarında Papa bir sene önce ölmüştü ve henüz hala bir seçim yapılmamıştı. Yani görevi tamamlayabilmeleri için ortada bir Papa bile yoktu. Vazifelerini hemen tamamlayamayacakları için Venedik'e dönmeye karar verdiler. Döndüklerinde Nicolo'nun hamile karısı ölmüş geriye sadece Marco kalmıştı. Papa'nın seçilmesini beklemek için 2 sene Venedik'te kaldılar ama hala Papa seçilmemişti. 3 sene yol ve 2 sene Venedik'te geçen zamandan sonra Yüce Han'ın huzuruna hala gidememişlerdi. Kubilay Han'ın kendisine oyun oynadıkları vehmine kapılmaması için tekrar doğuya gitmeye karar verdiler ve bu sefer yanlarında 16-17 yaşlarında olan Marco da vardı.
İskenderun Körfezi'ndeki Ayas'a vardıklarında yeni Papa'nın seçildiğini öğrendiler. Oradan hemen Akka'ya döndüler. Papa'dan Han'a götürülmek üzere mektuplar ve iki de Dominiken rahip aldılar. Bu rahipler bilgili adamlardı fakat Han'ın istediği yüz eğitimli adam değillerdi. Zorlu yolculuklar devam ederken Ermenistan bölgesinde savaş dedikoduları çıktıktan sonra rahipler Tapınak Şovalyelerine sığınarak Venedik'e dönmeye karar verdiler. Zamanında Nuh'un gemisinin bulunduğu Ağrı Dağ'ını, Bakü'yü, Musul'u arkalarında bırakarak Hürmüz, İran Körfezi'ne kadar ulaştılar. Bu topraklar da ticaret açısından zengindi ve bir çok ürüne ev sahipliği yapıyordu. Buradan gemiyle yolculuklarına devam edebilirlerdi fakat Arapların Hint Okyanusu'nda kullandıkları çivisiz gemilere güvenmemişlerdi ve yolculuklarına karadan devam etmek için tekrar kuzeye yönelmişlerdi. Kardeşler bir yıla yakın Bedehşan'da kaldılar çünkü Marco sıcak ovalarda hastalanmıştı. Burası güzel dağların, ovaların, alabalık dolu kaynaklarının ve bereketli av hayvanlarının kaynağıydı. Bu güzel bölge Marco'nun iyileşmesine yardım ettiği de söylenirmiş.
Tekrar yola düştüklerinde Seyhun'un yukarılarına, Pamir yaylalarına kadar çıkmışlardı. Buralar dondurucu soğukların vatanıydı. Buralar o kadar ıssız bölgelermiş ki ta ki 1604 yılına kadar onlardan başka kimseler bu topraklara ayak basmamış. Bu bölgeler Kaşgar Yarkent, Hotan, Lob Nehri idi. Lob Nehrini onlardan sonra 1871 yılında bir Rus kaşife gelinceye dek bir daha buraya kimse ulaşamadı. Yolculuğun en büyük zorlu kısımlarından biri de 30 gün sürecek Gobi Çölüydü. Marco bu çölün dehşetini söyle anlatmış;
"Yolcuları isimleriyle çağırıyormuşcasına sesler, geceleri onları yoldan çıkartmaya çalışan hayalet atlıların geçişleri, havayı müzikle dolduran ruhlar, davullar, çanlar, çarpışan silahlar."
Yaklaşık 3.5 yıl süren zorlu yolculuk sonrasında 1275'in Mayıs ayında vardılar. Ulu Han Polo'ları ve getirdikleri hediyeleri içtenlikle kabul etti ve hemen dikkatini Marco çekti ve kim olduğunu sordu. Nicolo ise "benim oğlum, sizin de hizmetkarınız" diyerek oğlunu takdim etti. Han, "Hoş geldi, sefalar getirdi" diye cevapladı ve Marco'yu kendi hizmetine aldı. Bu uzun bir beraberliğin başlangıcıydı. Kubilay Han kısa zamanda anladı ki Marco ihtiyatlı ve akıllıydı. Ulu Han ise elçilerinde pek memnun değildi, gönderdiği görevler sonunda elçilerin ona anlattıklarından memnun kalmıyordu.
" Ben yalnızca gönderildiğiniz işle ilgili haberleri almaktansa çok daha severek farklı ülkelerin adetlerini ve garip şeyleri dinlemek isterdim" diyordu."
Marco ise tam tersiydi. Ulu Han'ın imparatorluğunda konuşulan birçok lisanı çabucak kapmıştı. Yabancı ülkelerdeki bir misyonu sırasında yapıp ettikleri hakkında kendi anlatısı şöyledir;
"Ulu Han'ın kendisine yeni olan halkların tavırları ve adetlerini ve uzak ülkelerin tuhaf hallerini dinlemekten zevk aldığını anlayan Marco, nereye gitse, gördüğü ve duyduğu konular üzerine isabetli notlar almak için gayret ediyordu. Maksadı efendisinin merakını tatmin etmekti. Kısaca, onun hizmetinde bulunduğu on yedi sene boyunca son derece işe yaradı. Öyle ki imparatorluğun her bölgesine ve vasallarına gönderilen mühim heyetlerde vazifelendirildi. Bazen kendi istediği yerlere de giderdi fakat hep Ulu Han'ın rızasını ve tasdiğini alırdı.
Bu şartlar altında, Marco Polo'nun, kendi müşahedesi veya başkasının şahitliği ile, bilgi toplama fırsatı oluyordu. Bunların çoğu dünyanın doğu bölümü ile ilgili o zamana kadar bilinmeyen şeylerdi. O bunları yazmaya sabır ve sebatla adamıştı kendini. Bu suretle, saraydaki diğer memurların kıskançlığını celbedecek kadar nam salmıştı."
Marco'nun yaptığı işler ve raporları sonrasında saraydaki herkes Marco Polo'nun çok değerli yerlere geleceğini zaten anlamışlardı. O tarihten 1860 yılına kadar kimsenin gitmeyeceği Kuzey Burma'ya kadar bile gitti Marco. Hiç kimsenin görmediği, onun gidişinden yüz yıllar sonra gidilecek bütün topları o gezip görmüştü ve layikıyla Han'a raporlarını sunmuştu. Üç yıl boyunca ise yetki alanında 24 şehir bulunan Yangchow şehrinin de valiliğini yaptı Marco Polo. Eski Moğol başkenti, Moğolistan'daki Karakurum'u ziyaret etti; amcası Maffeo'yla üç yılını Tangut'ta geçirdi. Bir başka seferinde, bir vazifeye binaen Cochin China'ya ( Vietnam'da bir bölge), deniz yoluyla Hindistan'ın güney devletlerine gitti ve Malabar'ın hareketli ticaret şehirlerinin canlı tasvirlerini bıraktı.
Polo kuzeydeki büyük başkent Pekin'i ve güneydeki güzel Kinsai'yi de görmüştü. Han'ın Shandu'daki yazlık saraylarını; korulukları ve bahçeleriyle, mermer köşküyle, iki yüz ipek kordonlardan bir çadır gibi sallanan bambu köşküyle, beyaz damızlık aygırları ve harikalar yaratan büyücüleriyle betimlemişti. Marco sadece sarayları anlatmamıştı. Büyük Kanal'dan ve Çin'in iç nehir ticaretinden, limanlarındaki ihracat ve ithalattan, kağıt paradan, birbirine bağlı kervansaray ve posta sisteminden de bahsetti. Bu koca imparatorluğu ve onun asil Hükümdarı Kubilay Han hakkında çok şeyler görüp anlatmıştı.
Marco Polo bize anlattıklarında çok daha fazlasını görmüş olmalıydı çünkü bazı kısımlar hakkında yazılı pek bir kanıt bulunmamaktadır. Örneğin Marco hiç Çince öğrenmemiş, Moğollar ile geçirdi yıllarından anılar günümüze pek ulaşmamış. Çay bölgelerinde dolaşmasına rağmen hiç çay içiminden ve Çin Seddi'nden de bahsetmemişti. Marco'nun kitabında zaman zaman babasının ve amcasının bahisleri de bulunmaktaydı. Bu iki yetenekli tüccar o yıllarda ticaret yapmaya devam etmiş ve her işleri yapmışlardı. Zamanla da daha çok zengin zenginleşmişti ve üst makamlara kadar yükselen Marco Polo için de gurur duyuyorlardı. Bu güzel geçen 17 yılın ardından arkalarında muazzam bir tarih ve hikayeler bıraktılar. Fakat yıllar geçtikçe eve olan özlemleri de artmaya başlamıştı. 17 yıl çok uzun bir süreydi. Venedik ve lagünleri yeniden görmek, ölmeden önce St. Marco'nun çatısı altında bir kez daha ayin dinlemek için özlem duymaya başladılar. Kubilay Han'da iyice yaşlanmıştı ve onun haricinde etrafındakiler başarılı Marco'yu pek sevmiyorlardı. Kubilay Han'ın öldüğü bir durumda gelecek onlar için belirsizdi. Han, onların bütün dini, ticari ve onursal taleplerini yerine getiriyor fakat gitmelerine asla izin vermiyordu.
Eğer Polo'lar Çin'de ölseydi muhtemelen biz ne Kubilay Han'ı ne de Marco Polo'yu duymuş olurduk. Kaderin cilvesi sayesinde dönmeleri için bir fırsat doğmuştu. İran Hanı Argun 1286'da gözdesi olan karısı Bolgana'yı kaybetti ve ölüm döşeğindeki isteğine binaen Moğol kabilesinden başka bir gelin almak göreviyle Pekin Sarayı'na elçiler gönderdiler. Dönüşlerinde karayolu bir savaşla tıkanmıştı ve bu yüzden deniz yoluyla dönmeye niyet ettiler. Tam da bu esnada, Marco Polo gönderildiği bir deniz seferinden dönmüştü. Görevini ne kadar kolaylıkla tamamladığı konuşulunca bu üç elçi denizciliği iyi bildiği anlaşılan, maharetli üç Venedikli ile yola çıkmayı kuvvetle arzuladılar. İşte bu olay üzerinedir ki Ulu Han gönülsüz de olsa gitmelerine izin verdi. Bolgana ölmeseydi muhtemelen Polo'lar Çin topraklarında ölüp gideceklerdi..
O dönemler her seferde olduğu gibi bu sefer de uzun ve zorluydu. Yanlarında 3 elçi, prenses, on yedilik güzel bir kız ve kalabalık bir maiyet vardı. Deniz seferinin uzamasıyla birlikte Marco bu fırsatı Hindistan kıyılarının haritasını çıkarmak ile değerlendirmişti. İran'a ulaştıklarında 2 yıldan fazla geçmişti ve üç elçiden ikisi maiyetlerindeki insanların çoğu vefat etmişti. Nihayet vardıklarında damat Argun da ölmüştü ve yerine oğlu tahta çıkmıştı. Polo'lar vazifelerini hakkıyla yerine getirerek prensesi Timochain vilayetinde prense teslim ettiler. İlginç bir bilgi olarak da Marco Polo burada şu gözlemde bulunmuş;
"Bence dünyanın en güzel kadınları ve burada; meşhur ve eşsiz "güneş ağacı'nın" olduğu yerde; insanların hala Büyük İskender ile Daryus'un hikayelerini anlattığı o yerde."
Bu uzun yolculukta Prenses ile o kadar yakınlaşmışlardı ki kızları gibi sevdikleri prensesten ayrılırken hüngür hüngür ağlamışlardı. Zaten düğünde sonra 9 ayda burada kalmışlardı. İran'dalarken uzun yıllar hizmetinde bulundukları Büyük Han'ın ölüm haberi ulaşmıştı. Seksen yaşında ölmüştü Han. Bu haber ile çok üzülmüş ve büyük bir kara bulut üzerlerine çökmüştü Polo'ların. Marco da çok iyi biliyordu ki artık doğuya giden bütün kapılar hem onun için hem de yeni maceracılar için kapanmıştı.
En garip hikayelerde biri de Polo'lar 20 yılın ardında Venedik'e döndüklerinde akrabaları onları tanımamıştı. Akrabalar uzun yıllar haber alamadıkları Polo'ları öldü zannediyorlardı. Kimliklerini hiçbir şüpheye yer bırakmaz şekilde ancak bütün yakınlarını bir ziyafete davet ederek doğrulayabildiler. Yanlarında getirdikleri mücevheratları, değerli taşları, ganimetleri gören yakınların inanmaları ise daha kolay olmuştu..
Marco Polo kalan hayatını hemen hemen gördüklerini anlatmak ile geçirmişti. Kubilay Han'ın serveti toprakları o kadar büyükmüş ki Marco betimlerken bir şeyin ne kadar çok olduğunu hep milyon ile ifade edermiş; milyonlarca atlı, milyonlarca gemi, milyonlarca gelir. Arkadaşları şaka yollu olarak artık "Marco Millione" demeye başlamışlar. Bu ifade resmi kayıtlara bile girmiş. Onun ailesinin hanesi de artık " The Corte Milione" Milyon Hane olarak bilinmeye başlamış. 1298'de bir Cenova filosu Venedikleri kendi Adriyatik denizlerinde onuru kırmak için açılmışlardı. Savunmak için Venedik de hemen savaşa hazırlanmıştı ve Marco da gemilerin birinde kaptanlık yapmak için katılmıştı. Cenovalılar bu savaşı kazanmış ve yedi bin esir almışlardı. Kısa bir süre sonra Cenova sokaklarında ve avlularında esir alınan bir kaptanın dedikoduları yayılmaya başlamıştı. Bu Marco Polo'ydu. Hapishane zamanlarında anlattıkları hikayeler insanların o kadar çok ilgisini çekiyordu ki herkes onu dinlemek için can atıyordu. Her gün bitkin düşene kadar hikayelerini anlatmak zorunda kalıyormuş. İnsanlar bu hikayeleri yazıya dökmesini istemiş. Bu istek üzerine Marco babasına bir mektup yollayarak ondan eve getirdiği hatıralarını ve notlarını yollamasını istemiş. Bazı insanlar inanmakta o kadar güçlük çekmişler ki bu hikayelere, Marco'nun yalan söylediğini bile söylemişler. Dominiken bir keşiş ise bu duruma şöyle cevap verir;
"Pek de gerçekten gördüğü kadarı değildi anlattıkları. Bunun sebebi kendi yalanlarını diğerlerine sıvamaya hazır olan bozguncuların sapkınlıklarının, inançsızlıklarının ve idraksizliklerinin bir sonucu olarak anlatılanları yalan olarak yaftalamakta çok aceleci olmalarıydı. Bir diğer sebep de o kitapta anlatılan ve inanılabilirliğin ötesindeki bunca garip şeydi. Marco ölüm döşeğinde iken kendisinden kitabını doğrulaması ve gerçek olmayan anlatılar varsa bunları çıkarması istendi. Bu talebe, gerçekten gördüklerinin yarısını bile yazmadığını söyleyerek cevap verdi Marco."
Bu cümleleri okuduktan sonra insan gerçekten Marco'nun hayatını bir film gibi baştan sonra izlemek istiyor. Tanık olduğu şeyler kim bilir ne kadar gizemliydi. Marco Polo'nun Avrupa'ya getirdiği bilgi onun tecrübesinin gösterdiği üzere çok talep görerek Doğu ve Batı arasındaki münasebet, kendinden sonra da gelişmeye devam etti. Sonuçta Marco hiç bilinmeyen diyarlara gitmişti ve hiç bilinmedik hikayeler ve zenginliklerle dönmüştü. Bu hikayeler insanları hem meraklandırıyor hem de cesaretlendiriyordu bilinmeyen yerler hakkında. Tam da bu cümleleri okurkan aklımdan "acaba Coğrafi keşiflerin Marco Polo'nun anıları ile bir ilgisi var mı?" diye düşünmeye başlamıştım ki bir kaç sayfa sonra cevabını öğrenmiş oldum. Marco'nun ölümünden neredeyse yüz elli yıl sonrasında insanlar arasında elden ele dolaşmaya başlayan yeni basım bir kitap Cenovalı bir kaptanın dikkatini çekmişti. Bu kitap Marco Polo'nun seyahatlerinin Latince bir nüshasıydı. Bu kaptan onu istek ve tutkuyla okudu. Okudukça notlar aldı. Çin'in o büyük limanlarını ve altın çatılı saraylarını dönüp bir daha okudu, bu topraklara nasıl gideceğini düşünüp durdu. Fakat artık kara bir duvar vardı Doğu ve Batı arasında. Kara yoluyla gitmek artık çok zor ve hiç güvenli değildi. Bu kaptan " Ben batıya yelken açacağım." dedi. Dünya yuvarlak olduğu için eninde sonunda bu zengin ve gizemli topraklara ulaşabileceğini düşünüyordu. Marco 13. yüzyılda Doğu'yu ve Çin'i keşfetmişti öldükten yüz elli yıl sonra 15. yüzyılda ise dolaylı yoldan Amerika'yı keşfedecekti. Bu arada o Cenovalı kaptanın adı ise Christopher Columbus idi.
Yorumlar
Yorum Gönder